Köylümüz Prof Doktor Ahmet Gungor ‘ün Babaya özlemi dile getiren mana anlam dolu yazısı.
Atamın teyzeoğlusu Mehmet Ali, kurdaşıdır. Evimizi ziyaretinde evde olan ne varsa –pekmezi, turşusu, bulguru ve ayranıyla- bizzat atamın kendisi kuzenine itinayla yer sofrası hazırlar. Anacığım da habire mutfaktan yer sofrasına bulup buluşturduğunu getirir. Atamın neşeli, keyifli anlarına çok az rastlasam da şaka ve gülmenin doruk noktasına çıktığı an kuzeninin üç dört yılda bir evimizi ziyaret ettiği hep bu günlerdedir. Teyzeoğlusunu konuşturur, makaraya sarar, O da: “ Ziya yapma! Bak bozuşuruz!” dedikçe şakanın dozunu daha da artırırdı. Mehmet Ali Amca’yı hararetli bir sohbetin içine çektikten sonra sol eliyle kartal pençesi gibi ensesini kavrar, taş ocaklarında çekiç, tokmak sallamaktan eğilip kamburlaşan kalın, eğik parmaklı sağ avucuyla kuzeninin suratını baştan aşağı sıvazlardı. Mehmet Ali Amca bir yandan ensesine yapışan kartal pençesinden kurtulmaya çalışırken cılız elleriyle suratındaki zımpara gibi eli çekip almaya çalışırdı. Mehmet Ali Amcanın nafile çabaları ve bu adaletsiz cebelleşme atamı daha da keyiflendirirdi. Dikmen’in taş ocaklarında balyoz sallaya sallaya kanı çekilmiş, hızarhanede devasa tomrukları kamyondan indirip hızarda biçerken derin çizikler açılıp kat kat nasırlaşan avuç ayası adeta pütürlü, zımparaya dönüşmüştü. Atam ve yarenleri parmak ezikliği veya ayalarında meydana gelen derin çizgiler iyice açıldığında melhem, ilaç yerine taşocağında ezdikleri taş tozlarını bu derin yaralara ekerek iyileştirirlerdi.
İşte bu güçlü zımpara eller, Mehmet Ali amcanın yüzüyle buluşup aşağıdan yukarıya inince kısa bir an da olsa mobilya dolaplarını zımparalarcasına çizikler oluştururken acı da vermiyor değildi. Atam, Ayhan Işık bıyıklarının altından kıs kıs gülerken göbeği de oynardı. Kuzeni: “Bak Ziya devamlı bunu yapıyorsun. Bir daha gelmem!” derken atam bir daha yapmayacağına dair başını sallar, punduna getirdiğinde zımpara eli bir kez daha kuzeninin suratına uzanırdı.
*
Hızarhane… Kamyon kamyon tomruklar gelir ve indirme işlemi başlar. Zahmetlidir, sıra sıra istiflemek gerekir. Daha sonra beş altı metrelik tomruklar hızar makinesine takılır, kaç santim kalınlıkta tahta kesileceği hesaplanır. Atam daha sonra bu tomrukları omzuyla çelik şeride doğru iter. Hamdi Emmi şeridin başındadır. Keskin ve ince dişlerle buluşan tomruklar yavaş yavaş düz bir tahta şeklinde bir bir ayrılır. Bu arada şeridin çevresinden bir toz bulutu çıkar ki bu ince talaştır. Şerit yuvasının altında birikir ve daha sonra biriken bu talaş hızarın arkasında camsız bir pencereden çuval çuval depoya aktarılır. Hızarhaneyi kaplayan çıra kokusu da işte bu talaşla başlar ve bütün hızarhaneyi keskin, genzi yakan hoş bir hava kaplar.
*
Şehrin hamamına giderdik. Arefe günleri, bayram öncesi… ya da herhangi bir zamana ve nedene bağlı olmadan. Kalabalık olurdu. Peştamelini itinayla belini sardıktan sonra benim peştamalimi de belime bağlardı. Girerdik kapıdan ritmik takunya sesleriyle ve yüzümüze sıcak, ıslak çarpan buharlı havanın esintisiyle… Göbek taşının kenarındaki sıra sıra kurnalardan boş bir yer bulduğumuzda kendimizi hemen oraya atardık. Babam beyaz tenli ve göbekliydi. Kafasının ortasındaki saçları seyrekleşmiş, ense ve yandan saçları ağarmıştı. Ne kadar kan ter içinde çalışırsa çalışsın abartılı bir teri, kokusu ve kiri yoktu. Ben bunlara bizzat gözlerimle şahit olmuştum. Su dökündükten sonra keseyi uzatır, ben de hemen sırtını keselemeye başlardım. Çünkü kilonun verdiği sıkıntıyla sırtını kendisinin keselemesine imkân yoktu. Sırtını keseledikten sonra keseyi elimden alır, kollarını, ayaklarını ve vücudunun diğer bölgelerini keselerdi. Daha sonra ilifle sırtını iliflememi ister işlem bittikten sonra göbek taşının kenarına oturur biraz nefeslenirdi. Ben de bu arada su dökünüp sabunlandıktan sonra kaçmaya çalışırken hemen yakalar sırtımı, kolumu, ayaklarımı keseleyip iliflerdi. Atamın şefkatli elleri altında bir haftalık top peşinde koşturmalarım, çemen ekmek yediğim kokularım ve kirimin tel tel saçlarımdan dökülüp ayak parmaklarım arasından suyla karışıp giderken temizlenmiş ve arınmışlığın hazzını doya doya yaşardım.
Yıkanma faslı bittikten sonra tasla kornanın mermer taşına vurur, hamamcıdan kuru peştamellerin getirmesinin işaretini verirdi. Kuru peştamellere sarındıktan sonra temizliğin ve arınmanın şevki ve hazzıyla kabinimize giderdik. Yine orada yeni peştameller gelir, saçımızı, başımızı kurulardık. Atam orada hemen hamamcı yamağına oralet söyler söylemez bir çırpıda gelen sıcak oraletlerimizi keyifle içerdik… Kendimden emin ve güven içinde… Çünkü atam yanımdaydı ve ben arslan babasının yanında kubaran, kostaklanan bir yavru aslan gibiydim.
*
Atam evlendiğinde on yedi on sekiz yaşlarındadır. Askere gitmeden babasını kaybeder. Geride genç bir dul anne, henüz evlenmemiş üç kız ve iki kardeşle kalır. Bu arada art ardına iki kızı, bir oğlu daha sonra iki oğlu ve bir kızı daha olur. Kısacası genç bir anne, beş kardeş, genç bir eş ve altı çocuğun sorumluluğunu genç yaşında üzerine alır. Kız kardeşleri evlilik çağına gelmiştir. Erkek kardeşleri, ilk üç çocuğu yaşlarındadır.
Atamın atası kendisine 1965’li yılların rakamıyla elli-altmış bin lira para bırakmıştır ki bu para zamanın şartlarına göre hatırı sayılır bir paradır. Şehre göçmeyi düşünmez. Henüz askerliğini de yapmamıştır. Dolayısıyla babadan kalan su değirmenini çalıştırmak ister. Bu arada en büyük bacısını ve daha sonra ikincisi ve üçüncüsünü baş göz eder. Değirmeni çalıştırmaya başlar. Değirmen yedi köye hizmet eder. Gece gündüz bakım ister, takip ister, sorumluluk ister. Önce yetimlerin adam olması gerektiğini düşünür. Daha sonra kendi çocuklarını Allah sağlık sıhhat verirse adam etmeyi planlar.
Atam bu kadar yetim ve çocuklarının adam olması için tek bir seçeneği olacağını düşünür. Katı bir disiplin… özellikle kendi çocukları ve ailesine. Kardeşlerine bir fiske dahi vurmaz. Yalnız kendi ailesine karşı sert davranırsa çocukları taşkınlık yapmayacaktır. En azından şımarık yetişmeyecektir. Yaşadığı ve nefes aldığı müddetçe düşündüklerini uygular. Örneğin erkek kardeşlerinin yanında çocuklarını kucağına alıp sevmekten imtina eder. Kızlarının yanında çok gülmemeye, şaka espri yapmamaya çalışır. Onları şımartmaz. Ta ki kardeşlerini, ablalarımı evlendirip büyük ağabeyimi evlendirme vakti gelinceye kadar… Ağabeyimle şakalaştığını hatta kendisine elense çekip güreşte meydan okuduğunu –ki bu çok nadir hadiselerden biridir- izlerken hayretler içinde kalmışımıdır. Çünkü genelde “tekne kazıntısı” sevilmesine rağmen ne ben ne de küçük ağabeyim babam tarafından böyle samimi ve içten şakalara maruz kalmıştır. Babamın büyük ağabeyimi çok sevdiğini hem küçük ağabeyim hem de ben az çok fark edebiliyorduk. Kaldı ki halalarım tarafından da ağabeyimin erkeletildiği su götürmez bir gerçekti. Bunun nedeni belki de iki kızdan sonra erkek çocuğunun olması… elhak!
*
Ata! On altı yaşına geldim. Senin bize karşı haksızlık ettiğini düşünmeye başladım. Maddi manevi anlamda bütün imkanlarını annem, ablalarım, ağabeylerim ve benden esirgediğini düşünmeye başladım. Rivayet odur ki, değirmen dönerken –ben o değirmeni 4-5 yaşındayken hatırlarım- nimet ve bereket anlamında bizden ziyade yetim kardeşlerin, akraba-taallukata sarf ettiğini sorguladım. Değirmenin kapısına kilit vurup Dikmen taş ocaklarında tokmak çekiç sallarken ağalıktan köleliğe gönüllü kaçışına bir anlam veremedim. Dayından, amcandan, babandan sana miras kalan yetimler güruhu. Ne yana ne yöne baksan kime elini uzatsan hep öksüz, hep yetim… Sendeki sertlik ve soğukluk sadece bize miydi? O soğuk sertliğin arkasında kardeşlerin, dayı çocukları, eş dosta vefa gösterirken “Yüce Yaradan, yetimleri gözet diyor. Bir şeker, bir çikolata da olsa yetimin gönlünü almak, dünyayı kazanmaktır. Allah bu can, bu tene sağlık sıhhat verdiği müddetçe çocuklarıma bakarım, kimseye muhtaç etmem!” diye mi düşünüyordun. Şefkat ve gönlübolluk kervanında yolculuk sırası bize ne zaman gelecekti?
Gençliğim hep bunu sorgulamakla geçti Ata. Üniversite okudum. Her zaman sitayişle adından sözünü ettiğim okutmanlığa başladım. Hoca oldum. Evlendim, çocuklarım oldu. Yani senin anlayacağın en küçük oğlun baba oldu. Her şeyi baba olduktan sonra anladım.
Sen doğrusunu yaptın. Affet! Gençliğimde sorguladığım, eleştirdiğim kimi zaman düşüncelerimde seni yerden yere vurduğum için. Bağışla beni!
Ata! Yedi düvelle savaşan Osmanlının son demleri gibisin. Galiçya’da, Filistin’de, Çanakkale’de. Sen savaştığın her cephede galip geldin. Ailene bir lokma haram yedirmedin. Seni de yaşıt ve ahbapların oldu. Kıraathaneye gider, dostlarınla bir iki bardak çay içer, sohbet eder çıkıp evine gelirdin. Oysa masalarda okey, maça kızı, Çorum üçlüsü envai çeşit kâğıt oyunları oynanırdı. Masada pişti oyunu için seni davet ettiklerinde “Ben pişti bilmiyorum!” derdin. Şaşkınım… dün de bugün de… Sen de genç oldun, asker oldun. Akran, arkadaşların iştahla “Ver papazı, al maça kızını!” diyerek kâğıt oynarken hiç heves etmedin mi?
Merakımı yenemediğim bir husus daha var! Babandan kalan mirasla Ankara, Sungurlu ya da Alaca’ya gelsen sayılı zenginlerin arasında olurdun. Senin bu konularda ticaret erbabı olduğunu biliyorum. “Para pul, zenginlik ailemi, çocuklarımı ve kardeşlerimi bozar, yoldan çıkarır.” diye mi düşündün? “Belki, neden olmasın!” diye aklından hiç geçmedi mi?
*
Ata sen ağaydın. Senin atandan kalan yedi köye bakan kara değirmenin vardı. Vita yağı tenekeleriyle yapılan borudan taş, kumla takır takır akan suyun değirmen taşını döndürüp öğüttüğü unun gece ve sabahını art ardına eklerdin. Çürümüş kapuskaların keskin ve kesif kokusu eşliğinde mısır koçan yaprağından döşek yapıp yattığın değirmende çok gecelerin geçti. Eşek ve katır kafilesiyle Perşem, Ordolu, Gölpınar ve kendi köyün Kalecikkaya’dan insanlar değirmeninin önünde un öğütmek için sıra beklerdi. Gündüz, gece…
Bütün bunlara sırt çevirdin. Yani zenginlik ve ağalığa… Irgatlığı, Ankaranın Dikmen’in de taş ocağında elinde balyozla taş kırmayı tercih ettin. Sen ağalığı, sırtından bir mintan gibi kolayca çıkarıp savurup attın. Fukaranın ikram ettiği bir bardak çayı, höpürdeterek içeceğin Yemen kahvesine yeğledin. Pişti, maça kızı, domino, Çorum üçlüsü bile öğrenmeden gençliğin gitti.
Bağışla beni ata! Senin gibi olmak istemezdim. On, on sekiz, otuz ve kırk yaşındayken bile. Ancak sen benim için bir efsane oldun. Çıkmaz sokaklardan çıktığın için. Aşmaz dağ bayırdan aştığın için. Onulmaz yaraları sardığın için. Nasırlaşmış ellerindeki çizik ve yaraların parmaklarını kamburlaştırdığı için. Cezdemle kaderin bu kadar örtüştüğü için. Öfkelendiğinde yeşil gözlerini Atatürk gibi belerttiğin için. Diğer babalar çocuklarının sinemaya gitmesine izin vermezken… hırpalayıp dövüp söverken… öğretmenler sinemaya gittiğimizi sorup sorgularken… Oysa ben sinemaya gitmek istediğimde “Bilet paran var mı?” diye sorardın. Kurdaşlarımın ayaklarına babaları prangalar vururken sinema ve kitap konusunda beni özgür tay gibi bıraktığın için. Verdiğin iki buçuk lira harçlıkla dünyayı satın aldırdığın için.
Atamın koynunda yatardım… Soğuk kış gecelerinde. On üç on dört yaşıma kadar. Hep teni teri çıra kokardı. Genzi yakan keskin ve ruhu meftun eden koku… Kesilen bir köknarın, çınarın tel tel yaprağının kokusu…
Dostlar! Bir insanın teri bu kadar güzel mi kokar! Dünyanın hiçbir cazibeli kadın ve erkeğinin elde edemeyeceği ruhları ve tenleri şad eden koku. Saf ve doğal. İnsanı kendine getiren, ayıktıran, asi bir aygır, bir kısrak gibi kılan ıtır.
Ata ben de acele ediyorum. Rivayet odur ki huzuru mahşerde baba ve anne çocuğundan köşe bucak kaçacak. Keza çocuklar da anne ve babasından… Mahşer günü hep bir baba ararım… ve onu çıra kokusundan bulurum. Çıra kokusunun geldiği yöne bakar ve o tarafa deliler gibi koşarım. O gün geldiğinde mutlaka seni arayacağım Ata… çıra kokusuyla..